Yalom’un “başka hiçbir şeyin yapamadığı şekilde başımıza bela olur, yüzeyin altında sürekli homurdanır” dediği ölüm korkusu; ölümlülüğümüzle kaçamamacasına yüzleştiğimiz bugünkü gibi afet sonrası zamanlarda kuvvetle yüzeye çıkan ve daha açık bir yerden bizi tedirgin eden bir hale bürünebiliyor. Öyle ya, diğer zamanlarda bir şekilde bertaraf veya inkar ettiğimiz, kimi riskli davranışlar, tehlikeli sporlarla bir bakıma üzerinde hakimiyet kurmaya dahi çalıştığımız ölümlülüğümüz bu gibi dönemlerde bizi o denli güçlü olmadığımız gerçeğiyle, ölüm karşısındaki çaresizliğimizle karşı karşıya getiriyor.
Ölümün uyandırdığı karmaşa…
Kaçınılmaz olarak yaşamının bir gün son bulacağını bilmek, ölümün etrafında dolanan bilinmezlik hali; endişe verici düşlem, fikir ve hatta an(lat)ılar ölümün insan canlısı tarafından kolay sindirilmeyen bir yerde durmasına sebebiyet verebiliyor. “Öldükten sonra ne oluyor, ölüm anında neler yaşanıyor, beni nasıl bir ölüm bekliyor, tanıdıklarımın ölümleri nasıl yaşandı, anlatıldı; toplumda ve benim değer, inanç sistemlerimde ölüm nerede duruyor?” sorularının etrafında pek çok karmaşanın, duygunun konumlanıyor olması olağan. Korku da bu duygulardan biri….
Ölümlülüğün iki yüzü
Peki ölümlülüğe dair her şey kara bir bulut gibi kasvetli, rahatsızlık verici, “kötü” olmak zorunda mı? Zira, ölümün, ölüm korkusunun yalnızca “olumsuz bir şey” olmayabileceğinden bahsedenler de vardır. Ölümün olmadığı bir yaşamı hayal edin, derler. Hayatın sizin için herhangi bir amacı, hareketliliği kalır mıydı geride? Ölümlülüğü, ölüm endişesini yaşamdaki canlılığın kavranabilmesi ve deneyimlenebilmesi için bir gösterge olarak değerlendiren kişilerdir bunlar aynı zamanda. “Si vis vitam, para mortem (Yaşamak istiyorsan, ölüme hazırlan)” sözüyle belki Freud da benzer bir algılama biçimine işaret ediyordu. Cümleyi tersten ele alırsak, ölüme hazırlanmak; onun korku dolu gölgesini aydınlığa kavuşturmak istiyorsan, yaşamı yaşa. Nitekim insanın ölümlülüğüyle yüzleşmesi, ölüm korkusunu anlamaya yaklaşması onun özgürlük alanlarıyla, seçim yapabilme iradesiyle, hayatı ertelemeden şimdinin içine yerleşme arzusuyla, gerçek ve derin bağlar kurabilmesine izin vermek suretiyle “hayatının dümenini ele almayı” (Yalom, 1980) mümkün hale getirebilen şeydir de aynı zamanda. Kişinin değerlerini ve önceliklerini hatırlaması, bunlara göre yaşamanı gerekiyorsa yeniden düzenlemesi ve daha doyumlu, daha kendine has bir hayat sürmeye gayret etmesi hayattan kazanımlarını arttırarak ölümden alacaklılığını azaltıp, ona dair endişeleri daha dayanılır hale getirebilir mi?
Ölüm kaygısı ve psikoterapi
Kendi başına oldukça soyut olan; zaman, mekan ve herhangi bir biçimden azade olan ölümlülüğü ve ona dair endişeleri belli bir nesneye aktararak somutlaştırmak bu korku ile baş etmek için başvurulan yollarından bir diğeridir. Böylece belli belirsiz herhangi bir şeyden, başı sonu belli, katı ve orada olan bir şeye aktarılan ya da yansıtılan ölüm kaygısı kendine sözgelimi bir hedef tahtası bulmuş olur. Bu dönüştürme, onu görülebilir ve dolayısıyla rasyonel düzeyde engellenebilir ya da savunulabilir bir konuma taşır. Ancak bu durumda kişi ölümlülüğün yakıcı ıstırabıyla olmasa bile onu aktardığı görüngüler ile mücadelesini, o ya da bu düzeyde, sürdüredurur.
Ölüm üzerinde yapay bir hakimiyet kurma ya da ölümlülüğümüzden çeşitli yollarla kaçma gibi hallerle kıyısında danslar vermek yerine hayatımızın bize özgü derinliklerine dalmak, canlılaşmanın kendi içsel dünyamızda neye benzeyeceğini araştırmak bir seçenek olarak orada, mevcut. Diğer yandan ölüme dair uyanan yok olma, bedeni kaybetme, acı duyma, mutlak yalnızlık, belirsizlik, kontrolün kaybı, cezalandırılacak olma veya başka olası endişe verici parçaların incelenmesi, bu parçaların kişinin ruhsallığındaki öznel izdüşümlerinin keşfedilmesi de öyle. Nitekim insanın tek başına içinde kaybolabileceği ölümlülüğüyle karşılaşma ve onun uyandırdıklarını metabolize etme süreci bir öteki olarak terapistin eşlikçiliğinde zengin tarlaların sürülmesine benzeyen bir deneyime kapı aralayabilir.